Açıklama: Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilişinin 52.yılı vesilesiyle The Red Herald (http://redherald.org/2025/05/17/following-the-communist-leader-of-the-turkish-revolution-ibrahim-kaypakkaya-advancing-on-the-path-of-peoples-war/) için hazırlanan yazıyı paylaşıyoruz.
52 yıl önce, Diyarbakır (Amed) zindanlarında işkence altında katledilen İbrahim Kaypakkaya, yalnızca bir devrimci önder değil; aynı zamanda Türkiye proletaryasının kendi yolunu bulmasında tarihsel bir kopuşun adı, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in bu topraklardaki ilk militan bayrağıydı. O, bu ülkenin yapısını, sınıflarını, devletini ve devrim görevlerini sahici biçimde kavrayan; reformizmi ve oportünizmi reddederek devrimin yolunu çizendir. Ve o yol hâlâ yürünmektedir: Demokratik Halk Devrimi, uzun süreli halk savaşı, proleter önderlik çizgisi ve ideolojik açıklıkla.
Bu vesileyle, onun bizlere bıraktığı stratejik mirası yalnızca hatırlamakla yetinmiyor; onu yeniden üretme, yeniden örgütleme ve halkın bilincine kazıma sorumluluğuyla hareket ediyoruz. Çünkü bugün yaşadığımız topraklarda Kaypakkaya’nın işaret ettiği yarı-feodal ve yarı-sömürge yapılar hâlâ yerli yerindedir. Sermaye grupları devletle iç içe geçmiş, köylülük mülksüzleştirilmiş, işçi sınıfı güvencesizliğe mahkûm edilmiştir. Kadın emeği sömürülmekte, doğa rant uğruna talan edilmektedir. Emperyalizme bağımlılık altında halkın kaderi bir avuç asalak sınıfın çıkarlarına terk edilmiştir.
Bu koşullarda devrim stratejimiz nettir: Demokratik Halk Devrimi. Bu devrim, halkın en geniş kesimlerinin birleşik seferberliğiyle, komünist partinin önderliğinde ve halk savaşı yoluyla gerçekleştirilecektir. Gerilla savaşını, halkın örgütlenmesini ve devrimci dönüşümü bir bütün olarak ele alır. Ne parlamentarizme ne de reformizme sapar. Devrim hedefini her koşulda önünde tutar. Bu strateji, bugün yalnızca bir tarihsel belge değil; yarının devrimci pratiğinin yol haritasıdır.
Kaypakkaya’nın başlattığı kavga, bugün hâlâ güncelliğini korumaktadır. Onun yoldaşları olarak bizler, o mücadeleyi büyütme kararlılığındayız. Onun işkencehanede başını eğmeyen iradesi, bugün halkın bağrında yeniden silahlanmaktadır. Kırlarda gerillanın yürüyüşü, kentlerde emekçilerin öfkesi, kadınların isyanı ve gençliğin arayışı; Kaypakkaya’nın devrimci çizgisinin canlı tanıklarıdır.
Bu çalışma, hem bu çizginin bugünkü koşullarda yeniden üretimini ele almakta hem de devrimimizin stratejik zeminini politik bir netlikle ortaya koymaktadır. Kaypakkaya’yı yalnızca anmak için değil, onun açtığı yolda yürümek ve devrim görevlerini yerine getirmek için bir adımdır.
Yaşasın İbrahim Kaypakkaya!
Yaşasın Demokratik Halk Devrimi!
Yaşasın Halk Savaşı Stratejisi!
Yaşasın Marksizm-Leninizm-Maoizm!
İbrahim Kaypakkaya ve Halk Savaşı
Stratejik Ayrışma ve Devrimci Yöneliş
İbrahim Kaypakkaya’nın çizgisi, yalnızca Türkiye devrimci hareketi içinde bir eğilim farklılığı değil, temelden bir stratejik kopuştur. 1970’li yılların başında devrimci hareketin içerisinde şekillenen tartışmalarda Kaypakkaya’nın temsil ettiği hat; Komünist Parti önderliğinde işçi-köylü temel ittifakına dayanan, kırlardan şehirlere ilerleyen uzun süreli halk savaşı stratejisi ile dönemin eğilimlerinden ayrılmıştır. Bu kopuş, esas olarak halk savaşını kavrayış biçiminde ve onun ideolojik-politik zemininde somutlaşmıştır. Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, Çin Devrimi’nin deneyimlerine yaslanırken, Türkiye’nin somut sınıf yapısına ve tarihsel gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. Onun için halk savaşı yalnızca askeri bir yöntem değil, ezilen sınıfların devrimci iktidar mücadelesinin bütünlüklü biçimidir. Bu yönüyle, halk savaşı stratejisini savunmak; parlamenter hayallerden, darbeci eğilimlerden, sendikalist sınırlandırmalardan ve oportünist uzlaşma biçimlerinden köklü bir kopuş anlamına gelir. Bugün Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve toplumsal yapısı incelendiğinde, Kaypakkaya’nın halk savaşı çizgisinin yalnızca tarihsel değil, aynı zamanda güncel ve zorunlu olduğu açık biçimde görülmektedir. Kaypakkaya’nın Stratejik Konumu ve Teorik Çizgisi
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışını kavrayabilmek için öncelikle onun Türkiye Devrimci Hareketi içindeki teorik ve stratejik konumunu doğru biçimde tespit etmek gerekir. Kaypakkaya, Türkiye sol ve devrimci hareketinin 1960’lı yıllarda yaşadığı kitlesel yükseliş döneminde, mevcut devrimci örgütlerin ideolojik ve örgütsel sınırlarını aşan, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ne (Maoizm) dayalı yepyeni bir devrimci hat inşa etme yönelimiyle ortaya çıkmıştır. Onun özgünlüğü, yalnızca silahlı mücadeleyi savunmasından ya da radikal bir kopuş gerçekleştirmesinden değil; bu kopuşu bilimsel sosyalist temellerle, kapsamlı bir devlet ve toplum çözümlemesiyle ve Mao Zedung’un halk savaşı stratejisini Türkiye’ye uygulayan devrimci bir bakışla gerçekleştirmesinden kaynaklanır.
Kaypakkaya’nın teorik çizgisi, devrimci stratejiyi yalnızca bir mücadele biçimi değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliğin doğru tahliline dayanan zorunlu bir yönelim olarak ele alır. Bu çerçevede, Türkiye’deki iktisadi ve sınıfsal yapının yarı-feodal ve yarı-sömürge niteliği, halk savaşı stratejisinin nesnel temelini oluşturur. Bu yapının emperyalist tahakküm altında, komprador burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğinde şekillenmiş olması, reformist ve parlamentarist yollarla tasfiye edilemeyeceği gibi; darbeci ya da kent merkezli ayaklanmacı çizgilerle de devrimci biçimde değiştirilemeyeceği anlamına gelir. Kaypakkaya’nın bu tespiti, teorik olduğu kadar stratejik bir kesinlik taşır: Türkiye devrimi halk savaşıyla, köylük bölgelerden başlayarak gelişecek uzun süreli bir silahlı mücadeleyle zafere ulaşacaktır. Bu yönüyle Kaypakkaya, Marksizm-Leninizm-Maoizm çizgisinin Türkiye’deki ilk ve en bütünlüklü savunucusudur.
“Dünya görüşüyle silahlanmayan devrimci kördür” sözünü pratiğe taşıyan Kaypakkaya, yalnızca Mao’nun halk savaşı stratejisini değil, aynı zamanda onun diyalektik materyalist yöntemini, çelişki teorisini, halk içi çelişkilerin çözüm yollarını ve birleşik cephe anlayışını da devrimci pratiğin ayrılmaz parçaları olarak ele almıştır. Böylelikle, yalnızca bir savaş taktiği değil, halk savaşını proletarya öncülüğünde halk sınıflarının devlet iktidarını fethetme stratejisi olarak kavrayan bütünlüklü bir çizgi geliştirmiştir.
Bu bütünlük, Kaypakkaya’nın hem teoride hem pratikte kesintisiz devrimin savunucusu olmasına yol açmıştır. Onun için halk savaşı, mevcut düzenin kurumları içinde reform yapılacak bir strateji değil; düzenin topyekûn yıkılacağı, proletarya önderliğinde halk kitlelerinin devrimci seferberliğiyle kurulacak yeni bir düzenin zorunlu biçimidir. Bu yönüyle Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, şehir merkezli darbe ve ayaklanma çizgilerinden, legalist-reformist mücadele anlayışlarından ve halkın yerine geçen küçük burjuva önderliklerin maceracı çıkışlarından köklü bir biçimde ayrılır. Kaypakkaya’nın çizgisi, halkın kendi devrimini yaratmasının gerçek yoludur.
Türkiye’nin Nesnel Koşulları ve Halk Savaşının Zorunluluğu
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, yalnızca ideolojik tercihlere değil, Türkiye’nin somut sınıf yapısına ve tarihsel konumuna ilişkin bilimsel tahliline dayanır. Kaypakkaya’nın bu alandaki en temel tespiti, Türkiye’nin emperyalizme bağımlı, yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülke olduğudur. Bu tespit, onun devrim stratejisinin temel dayanağını oluşturur. Yarı-feodal üretim ilişkilerinin hâkim olması, büyük toprak sahiplerinin ekonomik ve siyasal gücünü koruyor olması ve emperyalist sermayeye bağımlı, komprador-bürokrat nitelikteki burjuvazinin ülke içindeki hegemonyası, Kaypakkaya’ya göre Türkiye’de demokratik devrimin zorunlu biçiminin silahlı halk savaşı olması sonucunu doğurur. Bu koşullar altında reformist, parlamentarist ya da kent merkezli darbe ve ayaklanma stratejilerinin hiçbir devrimci niteliği olamaz. Çünkü devletin sınıf karakteri, sadece bir baskı aygıtı olarak değil, aynı zamanda feodal artıkları ve emperyalist tahakkümle bütünleşmiş bir egemenlik biçimi olarak ortaya çıkar. Kaypakkaya’ya göre, böylesi bir devlet, yalnızca halkın silahlı mücadelesiyle yıkılabilir. Bu mücadele de esas olarak köylük bölgelerde, kırsal alanda gelişecek; kentlerde ise yardımcı ve tamamlayıcı bir karakter taşıyacaktır.
Kaypakkaya, Türkiye’de feodal kalıntıların yalnızca ekonomik değil, siyasal ve ideolojik düzeyde de etkili olduğunu vurgular. Aşiret ilişkileri, toprak tekeli, mültezimlik kalıntıları, köylünün devlete ve ağaya bağımlı hale getirildiği sömürü biçimleri, bu tahlilin somut göstergeleridir. Bu yapılar sadece üretici güçlerin gelişimini engellemez, aynı zamanda geniş köylü kitlelerinin siyasal haklarını da gasp eder. İşte bu nedenle, Kaypakkaya’nın ifadesiyle, “köylülüğün talepleriyle proletaryanın devrimci hedefleri çakışmakta”dır. Bu çakışma noktası, halk savaşı stratejisinin maddi temelidir.
Kaypakkaya, Türkiye’de emperyalist sermayenin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve askeri tahakküm yoluyla iç egemen sınıfları yeniden üretmesini, bürokratik kapitalizmle ilişkilendirerek analiz eder. Komprador burjuvazinin dış sermayeye bağımlılığı, ülke içi üretimin emperyalist çıkarlar doğrultusunda şekillenmesini sağlar. Bu durum, halkın yaşam koşullarının sürekli kötüleşmesine, kırdan kente göçün artmasına, kent yoksulluğunun derinleşmesine ve işsizliğin yapısallaşmasına neden olur. Tüm bu gelişmeler, halk savaşı için uygun zemin yaratır: geniş köylü yığınları ve kent yoksulları, iktidarın devrimci yolla alınması dışında çözüm bulunamayacak bir tarihsel çıkmaz içindedir.
Burada Kaypakkaya’nın Mao Zedung’un halk savaşı anlayışını nasıl kavradığı da önemlidir. Mao’nun Çin için yaptığı “köyler kenti kuşatır” stratejisi, yalnızca askeri bir yönelimi değil, sınıf mücadelesinin yönünü belirleyen temel stratejik hattı ifade eder. Kaypakkaya, bu anlayışı Türkiye’ye uygularken yalnızca mekanik bir aktarma yapmaz; aksine, Türkiye’deki sınıf bileşenlerini, coğrafi ve siyasal özgünlükleri dikkate alarak bu stratejiyi yaratıcı biçimde işler.
Kaypakkaya için halk savaşı, yalnızca “yapılabilir” bir mücadele değil, zorunlu ve ertelenemez bir mücadeledir. Türkiye’nin sınıfsal yapısı, emperyalist ilişkiler sistemi ve devletin baskıcı niteliği; bu savaşın teorik değil, pratik bir gereklilik olduğunu kanıtlar. Kaypakkaya’nın stratejisi, bu nedenle yalnızca devrimci bir önerme değil, bilimsel sosyalizmin zorunlu bir sonucudur.
Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinin Kuramsal Çerçevesi
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, Mao Zedung’un geliştirdiği uzun süreli halk savaşı stratejisinin yaratıcı bir kavranışına ve Türkiye özgülüne uygulanışına dayanır. Mao’ya göre halk savaşı, yalnızca askeri bir strateji değil; sınıf mücadelesini halk kitlelerinin bilinçli ve örgütlü bir şekilde yürüttüğü, siyasal iktidarı adım adım fetheden tarihsel bir süreçtir. Kaypakkaya’nın bu stratejiyi kavrayışı, onu yalnızca silahlı mücadele yanlısı bir figür olmaktan çıkarır; halk savaşı stratejisini Türkiye devrimci hareketi içinde bir kopuş çizgisi hâline getirir. Halk savaşının özü, köylülüğün temel devrimci güç olduğu yarı-feodal toplumlarda, kırsal bölgelerde başlatılan ve zamanla kentlere doğru yayılan, siyasi-askeri-toplumsal bir savaş biçimidir. Bu strateji, ezilen halk kitlelerinin kademeli olarak devrimci bir özne hâline gelmesini ve düşman sınıfların devlet aygıtının halk kitleleri karşısında giderek çözülmesini hedefler. Kaypakkaya, bu anlayışı Türkiye’de uygularken halk savaşının birincil hedefinin köylük bölgelerde egemen sınıf ilişkilerini parçalamak ve halkın iktidar nüvelerini inşa etmek olduğunu ortaya koyar. Bu yönelim, proletaryanın ideolojik önderliği altında kırlardan başlayarak halkın bağımsız iktidarını adım adım kurmayı hedefler.
Kaypakkaya, bu stratejiyi Türkiye’nin somut koşullarına uyarlarken, Türkiye’de feodalizmin kalıntılarının coğrafi dağılımını, sınıf ilişkilerinin niteliğini, devlet baskısının biçimlerini ayrıntılı biçimde analiz eder. Türkiye’nin yarı-feodal ve yarı-sömürge yapısı, halk savaşının yalnızca mümkün değil, zorunlu ve tek çıkar yol olduğunu gösterir. Komprador burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğinde şekillenen bir ekonomik yapı, kent merkezli hareketlerin başarıya ulaşmasını engeller. Bu nedenle halk savaşı, uzun süreli ve sabırlı bir kitle seferberliğiyle örülmelidir.
Uzun süreli halk savaşı, Kaypakkaya için salt bir mücadele biçimi değil, aynı zamanda bir sınıf savaşının biçimlenişidir. Kaypakkaya, halk savaşı ile sınıf savaşı arasında doğrudan bir bağ kurar: Devrimci şiddet, egemen sınıfların zoruna karşı halkın zorunu örgütleyen tarihsel bir araçtır. Halk savaşı, proletarya önderliğinde köylülüğün siyasal bir kuvvet olarak örgütlenmesini, kitlelerin pasif özne değil, aktif devrimci fail hâline gelmesini sağlar. Bu süreçte, sınıf savaşı yalnızca ekonomik talepler üzerinden değil, iktidar hedefi üzerinden şekillenir. Bu kuramsal çerçevenin diğer bir dayanağı, Kaypakkaya’nın parti–ordu–cephe üçlüsünün stratejik konumunu doğru kavramasıdır. Mao’nun da vurguladığı gibi, halk savaşı yalnızca silahlı bir örgütle yürütülemez; öncü komünist partinin önderliği ve halk kitlelerinin örgütlü katılımı zorunludur. Kaypakkaya, komünist partiyi yalnızca ideolojik önder değil, aynı zamanda siyasi ve örgütsel merkezin kendisi olarak tanımlar. Silahlı mücadele bu partinin politik hedeflerini taşır; halk ordusu ise yalnızca askeri değil, siyasi bir organdır. Cephenin görevi ise halkın çeşitli kesimlerini (köylüler, işçiler, yarı-proleterler, ilerici aydınlar, küçük ve milli burjuvazinin sol kanadı, vb.) devrimci mücadelede birleştirmektir.
Halk savaşının uzun süreli olması, düşmanın bizden güçlü olduğu koşullarda başlayan mücadelenin adım adım güç dengelerini devrim lehine çevirmesi anlamına gelir. Bu, sabırlı bir hazırlık, siyasi-ideolojik eğitim ve kademe kademe büyüyen halk örgütlenmeleri demektir. Kaypakkaya için sabırsızlık, maceracılık, darbecilik ya da legalist hayaller bu sürecin en büyük düşmanlarıdır. Uzun süreli halk savaşı, her an bir ayaklanma beklentisi değil; halkın devrimci sürece katılımının örgütlü bir biçimde ve köylerden başlayarak inşa edilmesidir.
Bu yönleriyle Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, Türkiye’nin tarihsel özgünlüklerini göz önüne alarak, dünya devrimci mirasının yaratıcı biçimde içselleştirilmesi olarak değerlendirilmelidir. Onun stratejik çizgisi, halk savaşı anlayışını Türkiye coğrafyasının çelişkileriyle bütünleştirmiş; oportünizmle, revizyonizmle, küçük-burjuva isyancılıkla ve parlamentarizmle arasına kesin bir sınır çekmiştir.
İbrahim Kaypakkaya’nın Devrimi Örgütleme Anlayışı: Parti, Ordu ve Cephe
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisi, yalnızca silahlı mücadelenin gerekliliği üzerine inşa edilmemiştir; bu mücadelenin başarılı olabilmesi için gerekli olan örgütsel biçimler, yani Komünist Parti, Halk Ordusu ve Birleşik Cephe gibi temel yapıların inşası da onun stratejik kavrayışının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yaklaşım, Mao Zedung’un geliştirdiği halk savaşı öğretisinin Türkiye koşullarında yaratıcı bir biçimde uygulanışı olarak değerlendirilmelidir. Kaypakkaya’ya göre, bu üçlü örgütlenme, halk savaşı içinde işlevsel bir bütünlük oluşturur ve devrimin ilerleyişinde her biri özel bir role sahiptir.
Komünist Parti: Stratejik Merkez, Politik Öncü, Örgütlü ve Önder Güç
Stalin, “Sovyetler Birliği Komünist Parti Tarihi”nde komünist partiyi tanımlarken, onun yalnızca bir siyasal yapı olmadığını, aynı zamanda bir örgütler toplamı olduğunu vurgular. Bu nedenle Komünist Partiyi “öncü, önder ve örgütlü müfreze” olarak tanımlar. Bu tanım, partinin üç temel niteliğini ortaya koyar: ideolojik önderlik, politik yönlendirme ve devrimci örgütsel bütünlük.
Kaypakkaya’nın düşüncesinde Komünist Parti, halk savaşı stratejisinin ideolojik ve stratejik liderliğini sağlayan asli örgüttür. Parti, Marksist-Leninist-Maoist dünya görüşünü temsil eden, kitlelere devrimci bilinç taşıyan, halkın öfkesini örgütleyen ve silahlı mücadeleyi yöneten öncü güçtür. Bu anlamda parti yalnızca bir siyasal yapının değil, aynı zamanda ideolojik netliğin ve sınıf mücadelesinde tutarlılığın taşıyıcısıdır. Parti, hem mücadele sürecinde halkın çıkarlarını kararlılıkla savunur, hem de cephede savaşan güçlerin doğru bir hedef doğrultusunda ilerlemesini güvance altına alır.
Kaypakkaya’ya göre, bu partinin illegal, profesyonel devrimcilerden oluşan, merkezileşmiş bir örgüt olması gerekir. Bu yaklaşım, onun 11 ilkesinden biri olan “örgütlenmede parti esas, diğer örgütlenmeler talidir” ilkesinde de doğrudan ifadesini bulur. Legal faaliyet, parti için yalnızca taktik bir araç olabilir; esas olan, düşman iktidarının tüm baskı ve şiddet biçimlerine karşı direnebilecek, uzun süreli savaşı yürütebilecek bir gizli örgütlenmenin varlığıdır.
Halk Ordusu: Savaşın Ana Aracı ve Kitlelerin Silahlı Gücü
Komünist Parti’nin yönlendirdiği, fakat ondan örgütsel olarak ayrı bir yapı olan halk ordusu, Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında merkezi bir role sahiptir. Bu ordu, klasik anlamda profesyonel ve bürokratik bir askeri güç değil, doğrudan kitlelerden beslenen ve halkın içinden gelen, onunla iç içe olan bir savaş gücüdür. Gerilla karakteriyle hareket eder, düşmanla doğrudan cephe savaşlarına girmek yerine, manevra ve yıpratma temelinde savaşır; düşmanı sürekli yorar, güçlerini dağıtır, moralini çökertir. Halk ordusu sadece bir savaş aracı değildir; aynı zamanda devrimci propaganda ve örgütlenmenin de taşıyıcısıdır. Halk ordusunun görevi, yalnızca düşmana saldırmak değil; köylülerin sorunlarını dinlemek, çözüm üretmek, kitleleri eğitmek ve devrime aktif olarak katmak için halkla doğrudan bağ kurmaktır. Bu ordu, “politik iktidar namlunun ucundadır” şiarıyla devrimci şiddeti uygularken, aynı zamanda halkın gönlünde itibar kazanan, disiplinli ve örnek bir güç olarak da şekillenir.
Cephe: Geniş Halk Kesimlerinin Siyasi İttifakı
Birleşik cephe, Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında mücadelenin halk içindeki tüm sınıfları kapsayan yönünü temsil eder. Kaypakkaya, halk savaşı sürecinde sadece proletarya ve yoksul köylülüğü değil, aynı zamanda küçük burjuvazinin ilerici kesimlerini, anti-emperyalist aydınları, ezilen ulus temsilcilerini, milli burjuvazinin sol kanadını ve çeşitli demokratik katmanları bu savaşın bir parçası haline getirmek gerektiğini savunur. Bu, Mao’nun Yeni Demokratik Devrim çizgisiyle de uyumludur.
Birleşik cephe, ne bir taktik ittifakın dar bir aracı, ne de politik ilkelerden taviz verilmiş bir uzlaşma platformudur. Aksine, halk savaşı stratejisinin üçüncü ayağı olarak, düşmanı izole etme, halk içindeki sınıf çelişkilerini doğru yönetme ve mümkün olan en geniş halk kesimlerini devrimci çizgiye çekme aracıdır. Bu cephe, proletaryanın politik önderliğinde oluşur ve onun sınıfsal hedeflerinden sapmadan, geniş kitleleri harekete geçirir.
Bu üç yapı -parti, ordu ve cephe- birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. Kaypakkaya, bu bütünlüğü sağlayan temel gücün Komünist Parti olduğunu vurgular. Parti, orduyu yönlendirir; cepheyi kurar ve yönetir. Ordu, halk savaşının taşıyıcısıdır; halkı savunur ve devrimci bilinci taşır. Cephe ise kitlelerin devrimci seferberliği ve sınıf ittifaklarının zeminidir. Bu çerçevede, Kaypakkaya’nın örgütlenme anlayışı hem stratejik bir netlik hem de kitle temelli bir esneklik içerir. Devrimci mücadelenin her safhasında bu üç ayak birbirini tamamlamalı ve halk savaşı stratejisini somutlaştırmalıdır.
Köylüğün Stratejik Konumu ve Proletarya Önderliği
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında köylülük, yalnızca sayısal bir çoğunluk ya da bir toplumsal katman olarak değil, devrimin nesnel maddi temelinin üzerinde yükseldiği ana güç olarak değerlendirilir. Bu yaklaşım, Mao Zedung’un Çin devrimi sırasında geliştirdiği stratejinin Türkiye koşullarına uygulanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Kaypakkaya’ya göre, Türkiye’de devrimin temel dayanağı yoksul ve orta köylülüktür; devrimci savaşın ağırlık merkezi de bu sınıfın yaşadığı kırsal alanlarda inşa edilmek zorundadır. Çünkü Türkiye, onun analizine göre hâlâ yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülkedir ve bu sosyo-ekonomik yapının temelinde geniş köylü yığınlarının toprak, üretim ve yaşam koşulları sorunları yatmaktadır. Kaypakkaya’nın köylülüğe yüklediği stratejik rol, yalnızca bu sınıfın büyüklüğü ya da maddi yoksunlukları ile açıklanamaz. Ona göre köylülük, üretici güçlerin gelişimini engelleyen feodal bağlarla, büyük toprak sahipleriyle ve köy ağalarıyla çatışma içindedir. Bu çatışma, devrime yöneltilebilecek bir potansiyel taşır. Ancak bu potansiyel, kendiliğinden devrimci bir karakter taşımaz. Bu nedenle, proletarya önderliğinde örgütlenmeli, devrimci bir ideolojik çizgiyle yoğrulmalı ve halk savaşına kanalize edilmelidir. Tam da bu noktada, proletaryanın önderliği Kaypakkaya için belirleyici önemdedir.
Proletarya, devrimci ideolojinin taşıyıcısı ve devrimci örgütlenmenin kurucusudur. Kaypakkaya, köylü mücadelesinin öncüsüz ve ideolojik önderlikten yoksun bırakıldığında, reformizme, küçük-burjuva isyancılığına veya feodal direniş biçimlerine sapabileceğini görmüştür. Bu yüzden köylüğün, proletaryanın ideolojik-politik önderliğinde, devrimci bir çizgi doğrultusunda eğitilmesi, örgütlenmesi ve silahlandırılması gerektiğini savunur. Bu perspektif, sadece kırsal alanda bir devrim inşa etme düşüncesi değil; aynı zamanda halk savaşının sınıfsal yönünün kesin biçimde tayin edilmesi anlamına gelir.
Kaypakkaya, köylülerin tarihsel olarak yürüttüğü isyanlara ve direnişlere kayıtsız değildir. Ancak bu isyanların devrimci potansiyel taşısa da önderlikten yoksun olduklarında kısa ömürlü ya da yozlaşmış olduğunu belirtir. Ona göre esas olan, bu tarihsel potansiyeli devrimci bir hatta seferber edebilecek bir ideolojik ve örgütsel merkezdir. Bu merkez, proletaryanın öncülüğündeki Komünist Parti’dir.
Proletarya ile köylülük arasındaki ilişki, Kaypakkaya’nın çizgisinde statik bir ittifak değil, devrimci bir önderlik ilişkisi temelinde kuruludur. Bu, Mao’nun vurguladığı “proletarya önderliğinde köylü savaşının” Türkiye’ye yaratıcı biçimde uygulanmasıdır. Bu anlamda köylük bölgeler, sadece halk savaşının alanı değil, aynı zamanda devrimci dönüşümün temellerinin atıldığı stratejik alanlardır.
Köylük bölgelerdeki mücadelenin esas alınması, proletaryanın tarihsel misyonuyla çelişmez; tersine onun devrimci görevlerinin yerine getirilmesi için nesnel bir zemin sunar. Kaypakkaya, şehirdeki işçi sınıfının devrimdeki rolünü yadsımamakla birlikte, onların nesnel zayıflığı ve siyasal baskı koşulları altında devrimci önderlik misyonunu kısa vadede yerine getiremeyeceğini tespit etmiştir. Bu nedenle devrim, köylüğün devrimci potansiyelinin harekete geçirilmesiyle, kırlardan şehirlere doğru gelişen bir halk savaşı içinde şekillenecektir. Böylece, Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında köylük bölgeler yalnızca başlangıç noktası değil, aynı zamanda devrimin stratejik üssüdür. Bu stratejik konum, ancak proletaryanın ideolojik ve politik önderliği altında gerçek bir devrimci dönüşüme kavuşabilir. Devrimin taşıyıcısı köylülük, devrimin yönlendiricisi ise proletaryadır.
Şehir ve Köy Diyalektiği: Mücadelenin Coğrafi Dağılımı
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında şehir ile köy arasındaki diyalektik ilişki, yalnızca coğrafi bir öncelik veya gerilla mücadelesinin alan tercihi meselesi değildir. Bu ilişki, sınıf güçlerinin konumlanışı, mücadele biçimlerinin olanaklılığı ve devrimin stratejik yönelimi açısından derinlemesine ele alınır. Mao Zedung’un Çin’de geliştirdiği “köyleri kuşatarak şehirleri fethetme” stratejisini, Türkiye’nin yarı-feodal ve yarı-sömürge koşullarına yaratıcı biçimde uyarlayan Kaypakkaya, şehirlerin değil, köylerin devrimci savaşın ağırlık merkezi olduğunu teorik ve pratik gerekçelerle savunur.
Kaypakkaya’ya göre, şehirlerde düşman sınıflar yoğunlaşmıştır: burjuvazi, devlet aygıtı, ordunun stratejik merkezleri, bürokrasi ve emperyalist sermayenin yerel temsilcileri şehirlerde kümelenmiştir. Bu durum, şehirleri proletarya açısından bir mücadele sahası olmaktan çıkarmaz; ancak doğrudan devrimci savaşın başlangıç noktası haline getirilmesini imkânsız kılar. Şehirdeki işçi sınıfı, baskı, örgütsüzlük ve ideolojik kuşatma altında iken; köylük bölgelerde sınıf düşmanlarıyla daha doğrudan bir çelişki yaşanmakta, maddi yaşam koşulları isyana ve silahlı direnişe daha uygun bir zemin sunmaktadır.
Bu bağlamda Kaypakkaya’nın 11 ilkesinden biri olan “köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir” ilkesi, devrimci mücadelenin yalnızca nerede başlatılacağına değil, nasıl yürütüleceğine dair de stratejik bir çerçeve sunar. Bu ilke, şehirlerde devrimci faaliyeti dışlamaz; fakat onun sınırlı olanaklarını ve riskli doğasını göz önünde bulundurarak, köylük alanlarda yürütülecek uzun süreli halk savaşına yardımcı, tamamlayıcı ve destekleyici biçimde ele alınmasını önerir.
Şehir-köy diyalektiği, aynı zamanda savaşın ilerleyiş biçiminin stratejik ifadesidir. Kaypakkaya, halk savaşının gelişim çizgisinin “köylerden şehirlere” doğru olacağını net biçimde ortaya koyar. Bu, bir yandan halk savaşının devrimci karakterinin altını çizerken, diğer yandan şehirlerde devrimi gerçekleştirmek isteyen darbeci ve maceracı çizgilere de açık bir reddiye anlamı taşır. THKP-C ve THKO gibi örgütlerin şehir merkezli gerilla savaşlarını ve kitleden kopuk devrimci eylemlerini eleştiren Kaypakkaya, bu hareketlerin şehirlerde halktan kopuk, küçük-burjuva bir devrimcilik sergilediğini, köylüğün gücünü ve devrimin temel sınıf müttefikini göz ardı ettiğini vurgular.
Kaypakkaya’ya göre şehirlerde devrimci mücadele, ancak stratejik savunma döneminde kuvvet biriktirme, örgütlenme, propaganda ve uygun koşullarda taktik eylemler biçiminde yürütülebilir. Büyük şehirlerde ayaklanma ise halk savaşının ilerleyen aşamalarında, köylerdeki silahlı mücadelenin gelişip düşman güçlerinin zayıflatılmasından sonra gündeme gelecektir. Bu yaklaşım, hem savaşın sınıf karakteriyle hem de halkın kitle desteğiyle temellenen bir devrimci stratejiyle uyumludur.
Ayrıca şehir-köy diyalektiği, yalnızca mekânsal değil, sınıfsal bir stratejiye de denk düşer. Köylük alanlarda yoksul köylülerle, şehirlerde ise proletarya ve yarı-proleter kitlelerle kurulacak ittifak, devrimci savaşın sınıfsal zeminini pekiştirir. Kaypakkaya, bu ittifakı, halk savaşının ilerleyişinde kilit bir stratejik gereklilik olarak görür. Ancak bu ittifakın devrimci nitelik kazanabilmesi için proletaryanın ideolojik önderliği ve örgütsel yönlendirmesi şarttır.
Sonuç olarak, Kaypakkaya’nın şehir-köy diyalektiği, devrimci savaşın ilerleyiş güzergâhının belirlenmesinden çok daha fazlasıdır. Bu, sınıf mücadelelerinin coğrafi tezahürleriyle, stratejik planlamayla ve toplumsal örgütlenmeyle bütünleşik bir devrimci anlayıştır. Halk savaşının merkezi köylerde yükselirken, şehirler hem devrimin nihai hedefi hem de devrimci savaşın zayıf halkaları olarak doğru zamanda kuşatılacak alanlar olarak konumlanır.
Oportünizme ve Revizyonizme Karşı Eleştiriler
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisi, yalnızca devrimci bir savaş çizgisi değil, aynı zamanda bir ideolojik ayrışmanın ve siyasi mücadele biçiminin ifadesidir. Bu nedenle Kaypakkaya’nın halk savaşına yüklediği anlam, onu diğer devrimci örgütlerden ayıran temel çizgilerden biridir. Silahlı mücadelenin ertelenmesi, başka mücadele biçimleriyle ikame edilmesi ya da halk savaşı anlayışının içeriğinden koparılarak dar anlamda taktik bir eylem alanına indirgenmesi, Kaypakkaya’ya göre yalnızca bir taktik hata değil, doğrudan devrimci stratejiden sapmadır.
Kaypakkaya’nın dönemin devrimci örgütlerine yönelik eleştirileri özellikle THKP-C, THKO ve TİİKP çizgisine yöneliktir. Bu yapılar, farklı biçimlerde devrimci mücadeleyi silahlı biçimde ele alsalar da Kaypakkaya’ya göre ya halktan kopuk dar eylemcilik düzeyinde kalmışlar ya da silahlı mücadeleyi parlamenter süreçle ikame edilebilecek bir alan olarak görmüşlerdir. THKP-C ve THKO’nun şehir merkezli gerilla çizgisi, Kaypakkaya’nın eleştirisinde küçük-burjuva bireyci kahramanlıkla, halktan kopuklukla ve ayaklanmacılıkla damgalanır. Ona göre bu çizgiler Mao’nun halk savaşı anlayışını kavramamış, devrimci savaşın kitle tabanını ihmal etmiş, şehir eylemlerini köylerdeki sınıf mücadelesinden kopuk yürütmüştür.
TİİKP çizgisi ise Kaypakkaya’ya göre daha da derin bir revizyonist hat oluşturur. Legaliteye yaslanan, parlamenter olanaklara umut bağlayan ve silahlı mücadelenin zorunluluğunu erteleyen bu anlayış, halk savaşı çizgisinin karşı kutbunda yer alır. Kaypakkaya’nın deyimiyle bu, silahlı mücadeleyi “öncü savaş” olarak değil, “öncüden kopuk” bir taktik faaliyet olarak gören ve sınıf mücadelesini legal alanda sınırlandıran bir çizgidir.
Bu polemiksel yön, yalnızca Türkiye devrimci hareketiyle sınırlı değildir. Kaypakkaya, Mao Zedung’un revizyonizme karşı mücadelesine bağlı kalarak Sovyetler Birliği’nin Kruşçev sonrası çizgisini de sert biçimde mahkûm eder.
Bu teorik eleştiriler, yalnızca geçmişteki sapmaları değil, günümüzde halk savaşı anlayışını tasfiye etmeye çalışan revizyonist çizgilere karşı da güçlü bir yönelimi ifade eder. Emperyalizmle uzlaşan, parlamenterist yönelimlere kayan, halk savaşı yerine şehir ayaklanmacılığını, gerilla savaşını, hatta barışçıl geçiş teorilerini savunan anlayışlar, Kaypakkaya’nın halk savaşı çizgisiyle doğrudan çatışır. Bu anlamda onun oportünizm ve revizyonizm eleştirisi, halk savaşı stratejisinin ideolojik netliği ve sürekliliği açısından merkezî bir öneme sahiptir.
Güncellik ve Tarihsel Değeri
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisi, yalnızca 1970’li yılların somut koşullarına değil, Türkiye’nin yapısal karakterine dayanan ve tarihsel sürekliliğe sahip bir devrimci yönelimi ifade eder. Yarı-feodal, yarı-sömürge bir toplum yapısında demokratik halk devrimi için en uygun mücadele biçimi olarak halk savaşını savunmak, Kaypakkaya’nın tüm teorik-politik sistematiğinde merkezi bir yer tutar. Bugünün nesnel koşullarıyla karşılaştırıldığında, onun belirlemelerinin hâlâ geçerliliğini koruduğu görülmektedir. Birincisi, Türkiye’de emperyalizmin tahakkümü hâlâ ekonomik bağımlılık, siyasi yönelim ve askeri iş birlikleriyle sürmektedir. IMF, Dünya Bankası, NATO gibi yapılarla sürdürülen ilişkiler, ekonomik sömürü politikaları ve dışa bağımlı sanayi yapısı, yarı-sömürge karakterin temel göstergeleridir. İthalata dayalı tarım ve sanayi politikaları, teknoloji transferine ve sıcak para girişine bağımlı ekonomik yapı, bürokratik kapitalizmin hâlâ devlete içkin olarak işlediğini göstermektedir. Kaypakkaya’nın tanımladığı komprador burjuvazi-feodal sınıflar bloğu hâlâ siyasal iktidarı temsil etmekte ve emekçi kitlelere yönelik baskı politikalarını sürdürmektedir.
İkincisi, kırsal bölgelerde hâlâ az topraklı ve topraksız köylülüğün yaşadığı sorunlar, tarımsal yapının sınıfsal karakterini sürdürdüğünü göstermektedir. Toprak mülkiyetindeki yoğun eşitsizlik, tarımsal üretimin şirketleşme ve sözleşmeli üretim yoluyla yeniden yarı-feodal biçimde denetim altına alınması, Kaypakkaya’nın halk savaşını köylülük temelinde örgütleme anlayışının güncelliğini koruduğunu ortaya koyar. Üçüncüsü, proletaryanın üretim ilişkileri içindeki konumu, Kaypakkaya’nın kent-kır diyalektiğini temel alan yöneliminin hâlâ geçerliliğini gösterir. Proletarya, büyük oranda parçalı, güvencesiz ve sendikasız çalışmakta; devrimci örgütlenmelerin kitle tabanını oluşturabilecek bir devrimci yönelime duyulan ihtiyaç, her zamankinden daha acildir. Kaypakkaya’nın “şehirlerde kuvvet biriktirme ve fırsat kollama” taktiği, günümüzdeki ağır baskı koşulları altında kentsel örgütlenme biçimlerinin sınırlarını da doğru biçimde ortaya koymaktadır.
Dördüncüsü, dünya çapında da halk savaşlarının hâlâ geçerli bir mücadele biçimi olduğu görülmektedir. Kaypakkaya’nın teorik bakış açısı, yalnızca Türkiye ile sınırlı değil, enternasyonal proletaryanın mücadele biçimleriyle de uyumludur.
Son olarak, bugünün siyasi atmosferi içinde, halk savaşını geçersiz ilan eden; onun yerine parlamentarizmi, legalizmle sınırlı örgütlenmeleri veya kimlikçi yönelimleri ikame eden revizyonist yaklaşımlar karşısında, Kaypakkaya’nın çizgisi hâlâ güçlü bir ideolojik alternatif sunmaktadır. Onun çizgisi yalnızca bir stratejik yönelim değil, aynı zamanda halkın siyasal özneleşme pratiğini inşa etme önerisidir. Bu yönüyle halk savaşının hem stratejik zorunluluğu hem tarihsel meşruiyeti Kaypakkaya’nın düşüncesinde net biçimde ifade edilmiştir.
Kaypakkaya’nın Halk Savaşı Anlayışının Devrimci Mirası
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, Türkiye’de Marksist-Leninist-Maoist çizginin tarihsel ve teorik temellerini atan bir kopuşun ürünüdür. Onun stratejik yönelimi, yalnızca bir mücadele biçimi tercihi değil; aynı zamanda Türkiye’nin sınıf yapısını, devlet biçimini, emperyalizmin etkilerini ve devrimci öznenin rolünü doğru kavrayan bütünlüklü bir devrim kuramıdır. Bu yönüyle halk savaşı, Kaypakkaya’nın teorik sistematiğinde devrimci dönüşümün hem yöntemi hem sürecidir. Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı; ideolojik olarak proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını temel alır, siyasal olarak iktidar mücadelesini merkeze koyar ve örgütsel olarak Parti–Ordu–Cephe bileşiminin stratejik birliğine dayanır. O, kitlelerin yalnızca ezenlere karşı bir itiraz değil, aynı zamanda yeni bir düzeni kurma kapasitesi taşıyan aktif devrimci özne hâline gelmesini hedeflemiştir. Bu anlamda halk savaşı, yalnızca silahlı çatışmaların toplamı değil, yeni bir sınıf iktidarının kademeli ve bilinçli biçimde inşasıdır. Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, hem iç ideolojik sapmalara hem de dış etkili revizyonist yönelimlere karşı koyan net bir ideolojik duruşu temsil eder. Parlamentarizme, legalizme, darbeciliğe ya da spontane ayaklanmacılığa dayanan her çizgiye karşı, halk savaşı çizgisi; proleter devrimciliğin sürekliliğini, disiplinini ve hedeflerini içerir. Bu çerçevede, onun 11 ilkeyle sistemleştirdiği halk savaşı stratejisi, hâlâ Türkiye devriminin somut koşullarına uygun tek geçerli stratejik yol olarak kendini korumaktadır. Bugün Kaypakkaya’nın mirası, yalnızca onun yazılarında ya da hayatında değil; onun çizgisini sürdürenlerin halk savaşı pratiğinde, örgütsel biçimlerinde ve kitlelerle kurdukları ilişkide somutlanmaktadır. Bu miras, modern revizyonizme karşı teorik netliği, faşizme karşı militan kararlılığı ve kitlelere karşı derin sorumluluğu içeren bir politik-askeri programdır. Halk savaşı stratejisini geçersiz ilan eden her anlayış, doğrudan doğruya bu devrimci mirasla çelişmektedir. Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, bugün hâlâ ezilenlerin kurtuluşu için gerekli olan bilimsel yol göstericilikle doludur. Onun çizgisi; halkın kendi iktidarını kurma mücadelesinde, savaşın uzun, zorlu ama devrimci rotasını çizmekte, bu çizgi üzerinde yürüyen her özneyi ideolojik olarak donatmaktadır. Türkiye’de komünist hareketin yeniden inşası, bu mirasın kavranmasına, sahiplenilmesine ve çağın ihtiyaçlarına göre yaratıcı biçimde uygulanmasına bağlıdır.
İbrahim Kaypakkaya’nın Devrim Sentezi
İbrahim Kaypakkaya Türkiye devriminin yol ve yöntemini, mücadele biçim ve araçlarını, örgütlenmenin öncelik ve sonralığını, esas ve tali alanları ve de bütün bunların birbirini bütünleyen diyalektik bağını “11 İlke” olarak formüle etmiştir:
11 İlke Işığında Strateji ve Taktikler
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisi, yalnızca genel bir yönelimden ibaret değildir; belirli ilkelere dayanan, strateji ile taktikler arasında net ayrımlar koyan ve bu ayrımları pratiğe kılavuzluk edecek biçimde sistemleştiren bir içeriğe sahiptir. TKP/ML’nin kuruluşuyla birlikte geliştirilen bu stratejik-taktik anlayış, 11 temel ilke etrafında formüle edilmiştir. Her biri, devrimci mücadelenin bir yönüne dair temel tercihi ve yönelimi ifade eder. Bu ilkeler, halk savaşının neye karşı, hangi biçimde ve hangi araçlarla yürütüleceği sorularına verilen bütünlüklü yanıtlardır.
İlkeler, devrimci mücadelenin somut güçler dengesi, sınıfsal yapı, siyasal ortam, coğrafi koşullar ve devrimci hareketin yapısal zayıflıkları gibi unsurlar dikkate alınarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda, stratejiyle taktiğin birbirine karıştırılmasına karşı bir sigorta, kısa vadeli başarı arayışlarına veya kent merkezli devrim anlayışlarına karşı da net bir ideolojik-politik tavırdır.
Kaypakkaya’nın bu 11 ilkeyi dile getirişi, aynı zamanda Türkiye’deki devrimci hareketler içinde yer alan farklı çizgilerle bir hesaplaşmadır. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) “kırlardan kentlere değil, kentlerden kırlara” yönelimi, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (THKP-C) şehir gerillacılığı vurgusu, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin (TİİKP) legalist devrim tahayyülü gibi çizgilere karşı bu ilkeler, köklü bir teorik kopuşu temsil eder. Her bir ilke, halk savaşının gerekliliğini yalnızca ideolojik düzeyde değil, aynı zamanda pratik ve örgütsel düzeyde de savunur.
Bu ilkelerin her biri, yalnızca bir örgütlenme ilkesi ya da siyasi tutum değildir; aynı zamanda devrimci bir dünya görüşünün, halk savaşı teorisinin ve sınıf mücadelesine dair stratejik bir kavrayışın somut biçimleridir. Her biri, Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışını yalnızca Mao’dan aktaran değil, onu Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gerçekliğiyle birleştiren bir komünist önder olarak konumlanmasını sağlar.
- Köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir.
Bu ilke, halk savaşı stratejisinin temel mekânsal yönelimini belirler. Mao Zedung’un Çin Devrimi’nde formüle ettiği ve başarılı biçimde uyguladığı uzun süreli halk savaşının esası, devrimin kırsal bölgelerden başlaması ve nihayetinde şehirleri kuşatması ilkesidir. Kaypakkaya da Türkiye’nin özgül sınıfsal ve coğrafi koşullarını dikkate alarak bu yönelimi açık biçimde sahiplenmiş ve teorik olarak temellendirmiştir. Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı, onun bu tercihinin temel dayanağıdır. Kaypakkaya, Türkiye’nin yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülke olduğunu; sınıf ilişkilerinin büyük ölçüde köylülükle tanımlandığını, büyük toprak sahiplerinin hâkimiyetinin köylük bölgelerde en sert biçimiyle sürdüğünü tespit eder. Bu yapıda köylülük, hem en geniş emekçi kesimi oluşturur hem de devletin baskısına, toprak ağalarının sömürüsüne ve emperyalist kuşatmaya karşı en doğrudan çelişkileri yaşayan katmandır. Dolayısıyla, köylük bölgeler yalnızca bir “başlangıç noktası” değil, aynı zamanda halk savaşı için en verimli zemin, devrimci kuvvetlerin dayanak alanı ve halkın devrimci potansiyelinin en yoğunlaştığı coğrafyadır.
Kaypakkaya’nın şehirlerle ilgili yaklaşımı da bu doğrultuda şekillenir. Şehirler, büyük oranda düşmanın askerî, ekonomik ve siyasi denetimi altındadır; devrimci güçler burada zayıftır ve ayaklanma ya da doğrudan iktidarı hedefleyen bir çizgi büyük ölçüde maceracılığa ve tasfiyeciliğe yol açar. Bu nedenle şehirlerdeki faaliyetler tali düzeyde tutulmalı, esas olarak devrimci propagandanın yayılması, kitleler arasında kuvvet biriktirilmesi ve köylerle irtibat noktalarının inşası gibi işlevlere yöneltilmelidir. Şehir faaliyetleri, köy faaliyetlerinin uzantısı olarak ve ona tabi biçimde konumlandırılmalıdır.
Bu ilke, aynı zamanda THKP-C ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) gibi şehir merkezli mücadeleye dayanan çizgilere doğrudan bir eleştiridir. Bu örgütlerin şehir gerillacılığına dayanan yaklaşımlarını maceracı ve devrimci kitle savaşı çizgisinden kopuk bulan Kaypakkaya, devrimin “uzun süreli halk savaşı” biçiminde gelişeceğini, bunun da ancak köylük bölgelerde köklü bir temele dayanmasıyla mümkün olacağını savunur. Bu anlamda “şehirde devrim olmaz” demek yerine, “şehir, ancak köylük bölgelerde inşa edilen güçle devrimci biçimde fethedilir” görüşünü ileri sürer.
Bugün hâlâ geçerliliğini koruyan bu ilke, devrimci mücadelenin şehir merkezli “anlık” patlamalarla değil, köylük bölgelerde uzun erimli bir mücadele süreciyle inşa edilmesi gerektiğini gösterir. Özellikle devletin teknolojik gücünün, şehirlerdeki denetim kapasitesinin ve sınıfsal çözülmenin derinleştiği günümüzde, halk savaşının maddi dayanaklarının köylerde kurulması daha da yakıcı bir zorunluluk halini almıştır. Devrimci hareketin yeniden yapılanması, stratejik konumunu doğru tespit etmesi ve sınıfla bağ kurması ancak bu yönelimin ciddiyetle kavranmasıyla mümkündür.
- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
Bu ilke, Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışının merkezinde yer alır ve onun Türkiye devrimi için önerdiği stratejinin zorunlu karakterini açık biçimde ortaya koyar. Kaypakkaya’ya göre, Türkiye gibi yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkede devrimin yolu, halk kitlelerinin silahlı bir biçimde örgütlenmesinden, eski devletin şiddet tekeline karşı devrimci şiddetin örgütlü biçimde inşa edilmesinden geçer. Bu bağlamda, silahlı mücadele yalnızca bir mücadele biçimi değil, bizzat devrimin omurgası, biçimi ve stratejik yönelimidir. Kaypakkaya, “barışçıl yollarla devrim” düşüncesinin bir yanılsama olduğunu ve bu görüşlerin emperyalizmin denetimindeki yarı-sömürge ülkelerde karşı-devrimin şiddet aygıtını göz ardı ettiğini açık biçimde belirtir. Türkiye’de burjuva demokrasisinin gelişmemiş olması, faşist devlet yapısının sürekliliği, köylük bölgelerde askeri ve paramiliter baskının sistematik hale gelmesi gibi olgular, devrimci mücadelenin silahlı biçim dışında sürdürülemeyeceğini gösterir. Bu nedenle silahlı mücadele, hem zorunludur hem de esas alınması gereken mücadele biçimidir. Bu ilkeyle Kaypakkaya, reformizme ve legalizme sapma eğiliminde olan akımları da hedef alır. Devrimci mücadelenin legal alanla sınırlandırılmasını, sınıf mücadelesinin parlamenter araçlarla yürütülebileceğini savunan çizgileri açık biçimde mahkûm eder. Bu yaklaşımıyla, TİİKP ve Mihri Belli çizgisinden kopuşunu netleştirmiştir. Bu grupların legal alanı esas alan tutumlarını sınıf mücadelesinin doğasına aykırı bulur; devrimci şiddetin teorik ve pratik olarak temel alınmaması hâlinde, burjuva düzenin sınırlarının aşılamayacağını belirtir.
Silahlı mücadelenin esas alınması, aynı zamanda halk savaşının bütünsel doğasının kavranması anlamına gelir. Bu mücadele biçimi, salt askerî bir faaliyet olarak değil, halkın örgütlü gücüyle sürdürülen politik-askerî bir süreç olarak ele alınmalıdır. Gerilla birlikleri, halkın çıkarlarını savunan, onun içinde yaşayan ve politik önderlik yapan yapılar olmalıdır. Bu yönüyle, halk savaşı doğrudan halk kitlelerine dayanmalı; onların desteğiyle gelişen, onları eğiten ve politikleştiren bir karakter taşımalıdır. Kaypakkaya, silahlı mücadeleyi diğer mücadele biçimlerinden mutlak biçimde ayırmaz; onları da halk savaşının ihtiyaçları çerçevesinde değerlendirir. Propaganda, ajitasyon, grevler, boykotlar gibi eylem biçimleri, devrimci savaşın hizmetinde olduğu müddetçe meşrudur. Ancak bu faaliyetlerin yönünü ve biçimini belirleyen temel hat, silahlı mücadelenin gelişim sürecine katkı sağlamalarıdır. Bu nedenle silahlı mücadelenin önceliği, diğer araçların da bu temel hatta göre düzenlenmesini gerektirir.
Kaypakkaya’ya göre Türkiye devriminin maddi ve sınıfsal zemini, silahlı mücadeleyi tercihten öte bir zorunluluk haline getirmektedir. Bu mücadele biçimi, yalnızca bir araç değil, devrimin kendisiyle özdeş bir stratejidir. O hâlde, devrimci güçlerin bu stratejiye uygun bir örgütlenme, mücadele biçimi ve ideolojik çizgiye sahip olması yaşamsal bir önemdedir.
3) İllegal Faaliyet Esastır, Legal Faaliyet Talidir
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisinde illegal faaliyetin esas alınması, doğrudan doğruya Türkiye’deki faşist devlet yapısıyla ilişkilidir. Türkiye, yalnızca yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülke değil; aynı zamanda komprador-bürokrat burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıf egemenliğini sürdürebilmek için açık faşist diktatörlük biçiminde örgütlenmiş bir devlettir. Bu faşist devletin zor aygıtları — ordu, polis, istihbarat, yargı ve paramiliter yapılar — en küçük demokratik talebi dahi sistematik şiddetle bastırmakta, devrimci faaliyeti koşulsuz biçimde hedef almaktadır.
Bu koşullarda, devrimci mücadelenin temel biçiminin illegal olması, yalnızca güvenlik kaygılarından değil, devletin sınıf niteliğinden ve ideolojik yapısından kaynaklanmaktadır. Faşist bir devlette devrimci faaliyet, legal sınırlar içinde yürütülemez. Açık faaliyet, daha baştan kadroların, örgütün ve kitlelerin düşmanın eline geçmesine yol açar. Kaypakkaya’nın bu konuda tavrı nettir: Bu, yalnızca taktik değil, stratejik bir meseledir.
Kaypakkaya, bu temelde özellikle reformist ve legalist akımları, yani devrimciliği sistem içi legal zeminlere mahkûm etmeye çalışan eğilimleri sert biçimde eleştirir. TİİKP gibi yapıların “legal alanın olanaklarını zorlamak” ya da “açık faaliyet yürütmek” gibi argümanlarını, devletin faşist sınıf karakterini unutmuş, devrimi burjuva sınırlar içinde gerçekleştirmeye çalışan oportünist tutumlar olarak teşhir eder. Ona göre, halk savaşının yürütüldüğü bir ülkede, devrimci faaliyet açık biçimde sürdürülemez; çünkü bu, düşman karşısında baştan teslimiyettir.
İllegalite yalnızca gizlenme veya korunma meselesi değildir. Aynı zamanda devrimci örgütün, burjuva düzenin politik-ideolojik hegemonyasından kopmasının koşuludur. Legal alana sıkışan bir hareket, zamanla düzenin hukuk sistemine, meşruiyet çerçevesine ve kamuoyu denetimine tabi hâle gelir. Bu durum, devrimci yönelimi aşındırır, örgütsel bağımsızlığı zayıflatır ve sınıf mücadelesinin ruhunu felce uğratır.
Bu nedenle Kaypakkaya, partinin örgütlenme tarzının, kadro faaliyetinin ve propaganda araçlarının illegallik temelinde inşa edilmesini zorunlu görür. Bu zorunluluk yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda uzun süreli halk savaşı stratejisinin evrensel gereğidir. Mao Zedung, halk savaşının başlangıç evresinde-özellikle stratejik savunma döneminde-düşmanın devrimci güçlerden çok daha güçlü olduğunu, bu nedenle gizlilik, sızma, çevreleme ve istihbarat temelli hareket tarzının zorunlu olduğunu açıkça vurgulamıştır. Kaypakkaya’nın illegalite anlayışı, işte bu Maoist stratejik yönelimle doğrudan bağlantılıdır.
Legal faaliyet bu çerçevede kesinlikle mutlak biçimde reddedilmez; ancak devrimci çizgiye ve ihtiyaçlara tabi olmak zorundadır. Legal araçlar yalnızca devrimci propaganda, kitlelere ulaşma ya da taktik müdahaleler amacıyla kullanılabilir. Ancak bu araçların bağımsızlaştırılması, devrimci mücadelenin ruhuna zarar verir. Kaypakkaya, bu nedenle legalitenin fetişleştirilmesine, düzenin sınırları içinde politika yapma eğilimlerine, halk savaşının özüne aykırı bir yönelim olarak karşı çıkar.
Bu ilke, yalnızca ideolojik bir çerçeve sunmaz; aynı zamanda pratikte de belirleyicidir. Hücre tipi örgütlenme, disiplinli çalışma tarzı, gizli kitle bağları kurma, güvenli iletişim ağları, yeraltı yayıncılığı gibi yöntemler; illegalitenin olmazsa olmazlarıdır. Esas olan, düşmanın göremediği ama halkın bildiği bir devrimci varlık inşa etmektir. Bu, yalnızca bir örgütlenme biçimi değil, devrimci yaşam tarzı ve savaş biçimidir.
Kaypakkaya’nın illegaliteyi stratejik düzeyde esas alışı, faşist devlet koşullarında halk savaşının yürütülebilirliği açısından belirleyici bir konumdadır. Onun çizgisi, legalist ve reformist yönelimlere karşı hem örgütsel, hem ideolojik, hem de stratejik düzeyde açık ve radikal bir kopuştur.
- Ülke çapında düşman bizden güçlü olduğu müddetçe stratejik savunma esastır.
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında belirleyici önemde olan bu ilke, Mao Zedung’un uzun süreli halk savaşı teorisinin stratejik evrelerini doğrudan esas alır: stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik taarruz. Bu tarihsel ve evrensel üç aşamalı süreç, her devrimci savaşta, ezilen sınıfların iktidar hedefi doğrultusunda ilerleyebilmesi için nesnel güç dengesine göre tayin edilmiş bilimsel bir çerçevedir. Kaypakkaya, bu stratejik mantığı Türkiye koşullarına uyarlamış; düşmanın güçlülüğünü kabul etmekle birlikte, bu durumu sabit değil, devrimci faaliyetin gelişimiyle aşılabilecek bir süreç olarak kavramıştır. Stratejik savunma döneminde devrimci kuvvetler henüz zayıftır; nicel olarak küçük, nitel olarak gelişmemiştir. Düşman ise devletin tüm baskı ve zor aygıtlarını, ideolojik araçlarını ve ekonomik kaynaklarını elinde tutmakta, devrimci hareketi bastırmak için her türlü imkâna sahiptir. Bu koşullar altında doğrudan ayaklanma ya da kitlesel kalkışma çağrıları, devrimci hareketin tasfiyesi anlamına gelir. Kaypakkaya, bu tür “erken doğumcu” veya “çabuk zaferci” anlayışlara karşı Mao’nun belirttiği gibi, düşmanın güçlü olduğu ve halkın henüz örgütsüz olduğu dönemde stratejik savunmanın zorunlu olduğunu vurgular.
Stratejik savunmanın özü, düşmana topyekûn saldırmaktan çok, onun zayıf noktalarına darbe vurarak devrimci kuvvetleri büyütmek, kitleleri örgütlemek, kadroları eğitmek, siyasi bilinci yaymak ve silahlı gücün tohumlarını atmaktır. Bu süreçte gerilla mücadelesi, küçük ama etkili eylemlerle hem düşmana yıpratıcı darbeler indirir hem de halkın güvenini kazanır. Kaypakkaya için bu dönem, gerilla birimlerinin kurulması, halk ordusunun temellerinin atılması ve partinin köklerinin derinleştirilmesi dönemidir. Düşmanın güçlü olduğu stratejik savunma aşamasında, halk savaşının temposu düşmanın zayıfladığı yerlere göre değil, devrimci hareketin kendi gelişim sürecine göre belirlenir.
Bu bakımdan Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışı, “bir gecede iktidar” ya da “şehir ayaklanmalarıyla zafer” gibi anlayışlarla köklü biçimde çelişir. Onun stratejisi, zamana yayılan, halkın bilinç ve örgütlülüğünün gelişmesine dayanan, maddi kuvvetlerin kademeli olarak biriktirildiği uzun vadeli bir stratejidir. Kaypakkaya’nın bu stratejik savunma anlayışı, aynı zamanda düşmanın ideolojik, politik ve askeri olarak çözülmesini hedefler. Silahlı mücadele bir yandan fiili yıpratma yaratırken, diğer yandan halk içinde meşruiyet kazanır. Gerilla birlikleri büyüdükçe, düşmanın belirli alanlarda hâkimiyeti sarsılır. Kırsal bölgelerdeki devlet otoritesi parçalanır ve halk savaşının temelini oluşturan kurtarılmış bölgeler yavaş yavaş inşa edilir. Bu bağlamda, Kaypakkaya’nın devrimci çizgisi ile halk savaşı anlayışını tasfiye eden revizyonist yönelimler arasında ciddi farklar vardır. Örneğin, şehir merkezli silahlı eylemlerle “devrimi başlatma” ya da “kitleleri şaşırtarak ayaklandırma” gibi anlayışlar, stratejik savunmanın mantığına aykırıdır. Keza, kitleleri örgütlemeden ve silahlı mücadeleyi esas almadan doğrudan iktidarı hedeflemek, tarihsel deneyimlere göre büyük yenilgilerle sonuçlanmıştır. Stratejik savunmanın esas alınması, devrimci hareketin gerçekliğe yaslanması ve maceracı çıkışlardan uzak durarak devrimi somut güçler temelinde büyütmesi demektir. Kaypakkaya’nın bu ilkesinde Maoist halk savaşı anlayışının hem stratejik sabrı hem de devrimci inadı açıkça görülür.
5) Stratejik Savunma İçinde Taktik Saldırılar Esastır, Taktik Savunma Talidir
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında bu ilke, Mao Zedong’un askeri stratejisinin Türkiye devrimine yaratıcı biçimde uygulanmasının en net göstergelerinden biridir. Mao’nun “stratejik savunma ama taktik taarruz” formülünü esas alan Kaypakkaya, bu yaklaşımı Türkiye’nin yarı-sömürge, yarı-feodal koşullarında yeniden kuramsallaştırmıştır.
Stratejik savunma, düşmanın genel planda daha üstün olduğu, devrimci güçlerin ise henüz inşa sürecinde bulunduğu bir dönemi tanımlar. Ancak bu dönem pasif bekleyişi değil, aksine devrimci inisiyatifin örgütlendiği, halk savaşının temellerinin atıldığı, politik ve askeri hazırlığın yoğunlaştığı bir evredir. Kaypakkaya’nın ifadesiyle devrimci güçler “düşmanın saldırısını beklememeli, onu belli alanlarda, belirli koşullarda, devrimci girişkenlikle vurmalıdır.”
Bu noktada taktik saldırıların önemi, yalnızca savunmaya karşı bir tepki olmasında değil, devrimci savaşın ilerletilmesinde yattığı stratejik rolde görülmelidir. Taktik saldırılar, yalnızca düşmanın zayıf noktalarına yönelmiş eylemler değil, aynı zamanda parçada imhayı hedefleyen, düşman kuvvetlerini yıpratan, moral üstünlüğünü sarsan ve alan kazandıran operasyonlardır. Bu saldırılar, halk içinde devrimci güçlerin meşruiyetini artırır, kitlelerin özgüvenini pekiştirir ve devrimci örgütlenmenin maddi zemininin genişlemesini sağlar.
Kaypakkaya’nın bu ilkeye yaklaşımı, askeri hedeflerin siyasal hedeflerle uyum içinde olması gerektiğini esas alır. Taktik saldırılar, düşmanın küçük garnizonlarına, ulaşım ve iletişim ağlarına, ekonomik kaynaklarına ve yerel yönetim aygıtlarına yönelerek yalnızca fiziksel hasar yaratmakla kalmaz; aynı zamanda devlete duyulan korkuyu parçalar, kitlelerin devrimci mücadeleye katılımını teşvik eder.
Bu bağlamda taktik savunma, ancak zorunlu koşullarda-örneğin kuşatma altından çıkmak, kadroları korumak veya hazırlıksız olunan alanlarda geçici geri çekilmek-başvurulabilecek bir araçtır. Kaypakkaya, devrimci güçlerin sadece hayatta kalmak için gerilemeye ya da gizlenmeye dayanan bir savunma konumuna saplanmasını eleştirir. Esas olan, en sınırlı imkânlar içinde dahi devrimci inisiyatifi elde tutmak, düşmanı sürekli baskı altında bırakmak ve politik-askeri hazırlığı büyütmektir.
Bu anlayış, aynı zamanda oportünist eğilimlere karşı bir ideolojik müdahale niteliği taşır. Silahlı mücadelenin yalnızca savunmaya indirgenmesi, gerilla birliklerinin etkisizleşmesine ve zamanla çözülmesine neden olur. Ancak burada önemli bir ayrımı vurgulamak gerekir: şehir merkezli taktik eylemler, halk savaşının reddettiği değil, doğru hedeflerle ve stratejik çizgiyle uyumlu biçimde yürütüldüğünde devrimci savaşın vazgeçilmez parçasıdır. Eleştirilmesi gereken, bu eylemlerin tek başına bir savaş stratejisi haline getirilmesidir-yoksa silahlı propaganda ve devrimci ajitasyonun kendisi değil.
Halk savaşı içinde şehirlerdeki taktik eylemler, düşmanın moralini bozmak, devrimci sesin geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak ve stratejik savunmayı desteklemek gibi çok yönlü roller üstlenebilir. Kaypakkaya’nın çizgisinde belirleyici olan, bu eylemlerin partinin yönlendirmesiyle, kitle temeline dayanarak ve devrimci savaşın hedeflerine hizmet eder şekilde gerçekleştirilmesidir.
Sonuç olarak, bu ilke halk savaşının yalnızca askeri bir mücadele biçimi olmadığını, aynı zamanda politik iktidarı hedefleyen stratejik bir hat olduğunu teyit eder. Gerilla savaşının ruhu, taktik saldırıların örgütlü biçimde halkın enerjisini devrime kanalize etmesindedir. Bu saldırılar, yalnızca düşmanı zayıflatmaz; aynı zamanda kitlelerin bilinçlenmesini, örgütlenmesini ve devrime doğrudan katılımını sağlayan somut adımlardır. Kaypakkaya’nın ifadesiyle, devrimci güçler yalnızca koşulları beklemez, kendi koşullarını yaratır ve savaşı ilerletir.
- Stratejik Savunma Döneminde Köylerde, Silahlı Mücadele İçinde Gerilla Mücadelesi Esas, Diğer Mücadele Biçimleri Talidir
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisinde kırsal alanlar yalnızca başlangıç noktası değil, aynı zamanda halk savaşının toplumsal temellerinin atıldığı, halkın örgütlendiği, devrimci şiddetin kitlelerle bütünleştiği temel alanlardır. Bu anlayış doğrultusunda, köylerde silahlı mücadelenin temel biçimi olarak gerilla savaşı belirlenmiş ve diğer tüm faaliyetler bu mücadele biçiminin hizmetine sunulmuştur. Bu ilke, Mao Zedung’un Çin devrimindeki temel önermesine dayanır: halk savaşının köylük bölgelerden başlayarak stratejik kuşatma ile şehirlere ilerlemesi. Kaypakkaya da Türkiye’nin sınıfsal ve coğrafi yapısını, yarı-feodal üretim ilişkilerinin kırsalda daha yoğun ve sert şekilde varlığını sürdürmesini temel alarak, devrimci mücadelenin merkez üssünün köyler olması gerektiğini belirtmiştir. Ona göre, şehirdeki işçi sınıfı hareketi parçalı ve denetim altındayken, kırsal alanlarda büyük toprak sahiplerine karşı yükselen öfke, doğrudan devrimci savaşın potansiyelini barındırmaktadır. Gerilla mücadelesi, Kaypakkaya’nın stratejisinde yalnızca silahlı çatışma anlamına gelmez; bu, aynı zamanda halkın örgütlenmesi, halk komitelerinin inşası, halk mahkemelerinin kurulması ve kır yönetiminin devrimcileştirilmesi anlamına gelir. Gerilla birlikleri, halkla birlikte yaşar, onların ihtiyaçlarını paylaşır, eğitim verir, sağlık hizmeti götürür ve bu yolla halkın güvenini kazanarak silahlı mücadeleyi meşrulaştırır. Bu dönemde köylerde yürütülen diğer mücadele biçimleri -örneğin ekonomik mücadele, ajitasyon-propaganda, kitle eğitimi- gerilla mücadelesinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Ancak Kaypakkaya bunların hiçbirini esas mücadele biçimi olarak görmez; tersine, bu faaliyetler ancak gerilla savaşının geliştirilmesine hizmet ettiği ölçüde değer kazanır. Devrimci şiddet, halkın kurtuluşunun biricik yolu olarak kavrandığı için, silahlı mücadelenin zayıflatılması ya da ikame edilmesi, devrimin özünün bozulması anlamına gelir. Bu noktada Kaypakkaya’nın ideolojik netliği, reformizme ve pasifizme karşı geliştirdiği eleştirilerle kendini gösterir. TİİKP ve benzeri revizyonist hareketler, kırsal alanlarda önceliği ajitasyon-propagandaya verip silahlı mücadeleyi zamana yayarken, Kaypakkaya açıkça bu anlayışı mahkûm etmiş, devrimci şiddetin geciktirilmesinin kitlelerin militanlaşmasını ve örgütlenmesini de geciktirdiğini ortaya koymuştur.
Ayrıca, bu ilke, halk savaşının süreklilik taşıyan, bir seferlik eylemlerden ya da spontane isyanlardan niteliksel olarak farklı bir örgütlü savaş biçimi olduğunu da ortaya koyar. Gerilla mücadelesi, devrimci savaşın kıvılcımı değil, devrimin kendisidir. Bu anlayış, gerillayı salt askeri birlik değil, aynı zamanda siyasal ve ideolojik bir örgüt olarak ele alır. Köylerde silahlı mücadelenin esas, diğer biçimlerin tali olması ilkesi, halk savaşının toplumsal tabanını kırsal alanda inşa etme stratejisinin mantıksal ve zorunlu sonucudur. Bu ilke, halkın bilinçlenmesi, devrimci iktidar alanlarının oluşturulması ve şehirlerin kuşatılması yolunda izlenecek pratik rotayı çizer.
- Şehirlerde (Büyük Şehirlerde), Stratejik Savunma Döneminde Kuvvet Biriktirmek ve Fırsat Kollamak Esas, Ayaklanmalar Düzenlemek Talidir
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisinde şehirlerin rolü, kırsal alandaki devrimci mücadelenin ihtiyaçlarına tabi, destekleyici ve yardımcı bir nitelik taşır. Bu yaklaşım, Mao Zedung’un halk savaşı anlayışında da ifadesini bulan “kırsaldan şehre doğru kuşatma” stratejisinin Türkiye koşullarına uygun biçimde yeniden üretimidir. Kaypakkaya, şehirlerde devrimci savaşın doğrudan merkezi bir çatışmaya evrilmesini değil, tersine stratejik savunma döneminde buralarda devrimci kuvvetlerin örgütlenmesini, biriktirilmesini ve fırsatların sabırla kollanmasını esas alır.
Bu yaklaşım, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ve devlet aygıtının şehirlerdeki denetim kapasitesine dair somut bir tahlile dayanır. Kaypakkaya’ya göre büyük şehirler, hem askeri hem siyasal anlamda düşman güçlerinin sıkı kontrolü altındadır. Polis, istihbarat, ordu ve ideolojik aygıtların şehirlerde yoğunlaştığı, sınıf mücadelesinin burjuvazinin ideolojik hegemonyası altında bastırıldığı bu koşullarda, açık silahlı ayaklanma taktikleri erken bir dönemde uygulanamaz. Bunun yerine, şehirlerde faaliyet yürüten devrimci güçlerin öncelikli görevi, işçi sınıfı ve emekçiler arasında kök salmak, devrimci yapılar kurmak, öncü kadroları eğitmek ve gerektiğinde kırsal alanlardaki savaşı destekleyecek biçimde düşmanın zayıf noktalarına yönelmiş eylemler geliştirmektir.
Bu doğrultuda Kaypakkaya, şehirlerde ayaklanma girişimlerini stratejik savunma koşullarında tali olarak değerlendirir. Ona göre şehirlerde ani ve kitlesel ayaklanma eylemleri düzenlemek, devrimci kuvvetlerin birikmeden tüketilmesine, düşmanın karşı-devrimci aygıtlarının harekete geçmesine ve halk savaşının mantığına aykırı bir yönelime neden olur. Şehirler, ancak halk savaşının gelişme evrelerinde, kırın kuşatıcı gücüyle birleşerek devrimin merkezi çatışma alanına dönüşebilir.
Bu noktada Kaypakkaya, diğer devrimci örgütlerin -özellikle THKO, THKP-C gibi şehir merkezli anlayışlara sahip yapıların- “kent merkezli devrimci kalkışma” anlayışına eleştiriler yöneltir. Şehirlerde silahlı eylemlere dayalı, hızlı zaferi hedefleyen dar kadro hareketlerinin halktan kopukluğu, sınıf karakteri ve stratejik zayıflığına dikkat çeker. Bu çizginin, halk savaşının kitlelere dayanan devrimci karakteriyle bağdaşmadığını vurgular.
Bununla birlikte şehirlerde yürütülecek çalışmaların tali olması, onların önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bilakis, bu faaliyetlerin kırsaldaki savaşa hizmet eden, onu destekleyen, düşmanı yıpratan ve kitleleri devrim için hazırlayan bir içeriğe sahip olması gerekir. Özellikle grevler, mahalle örgütlenmeleri, propaganda ve sabotaj faaliyetleri gibi eylemler bu dönemde şehirlerde geliştirilecek taktikler arasında yer alır. Ancak bunların hiçbirisi, halk savaşının merkezi yönünü belirleyecek kadar belirleyici değildir.
Bu ilke, Kaypakkaya’nın devrim stratejisinde şehirlerin konumunu devrimci sabırla ele alışının da ifadesidir. Şehirlerdeki faaliyet, stratejik kuşatmanın tamamlayıcı unsuru olarak işlev görür; şehir ayaklanmaları ise ancak halk savaşının ileri aşamalarında, devrimci üs alanlarının güçlenmesi ve düşmanın stratejik zayıflamasıyla mümkün hale gelebilecek bir eylem biçimidir.
- Örgütlenmede Parti Örgütlenmesi Esas, Diğer Örgütlenmeler Talidir
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında örgütlenme sorunu merkezi bir konuma sahiptir. Bu bağlamda formüle ettiği sekizinci ilke, komünist partinin devrimci mücadelenin öznesi ve yön verici gücü olarak konumlanması gerektiğini vurgular. Kaypakkaya’ya göre tüm örgütsel biçimler, eylemler ve ittifaklar, Komünist Parti’nin öncülüğü altında ve onun stratejik yönelimi doğrultusunda şekillenmelidir. Parti örgütlenmesi, halk savaşının temel yürütücü gücü ve halk sınıflarının devrimci dönüşümünü sağlayacak tarihsel iradeyi temsil eder. Bu ilkenin özünü anlamak için öncelikle Kaypakkaya’nın devrimci partiyi nasıl tanımladığına bakmak gerekir. Ona göre komünist parti; Marksist-Leninist-Maoist ideolojiyi kitlelere taşıyan, onların sınıf çıkarlarını bilimsel bir doğrultuya oturtan, savaşı yöneten ve kitle hareketini bilinçli bir hedefe kanalize eden örgütsel çekirdektir. Partisiz bir halk savaşı, rastlantısallık ve reformizm bataklığına saplanmaya mahkûmdur. Bu nedenle, Kaypakkaya’nın gözünde parti, yalnızca bir öncüler birliği değil, aynı zamanda halk savaşını adım adım kuracak ve yönetecek bir savaş örgütüdür. Kaypakkaya’nın teorik çözümlemesinde diğer örgütlenmeler -cepheler, sendikalar, gençlik birlikleri, kadın örgütleri vb.- ancak bu merkezi yapının stratejik hedeflerine bağlılıkları ölçüsünde bir değer taşır. Parti örgütlenmesinin belirleyiciliği, diğer örgütsel biçimlerin mutlak boyun eğmesini değil; devrimci bir koordinasyon içinde, birbirini tamamlayan ve halk savaşı doğrultusunda işleyen bir bütünlük oluşturmasını ifade eder. Parti örgütlenmesi, siyasi hedefleri belirleyen, yönelimleri tayin eden, sınıf karakteri tanımlayan ve tüm eylem biçimlerinin stratejik çerçevesini çizen kurucu iradedir. Kaypakkaya, özellikle oportünist ve revizyonist çizgilerin parti dışı “hareketler”, “kitle inisiyatifleri” ya da “çok merkezli yapı” fikirlerine karşı net bir tavır alır. Ona göre komünist hareketin parçalı ve ideolojik-örgütsel bakımdan belirsiz yapılarla yürütülmesi, devrimci süreci zayıflatan, onun sürekliliğini imkânsızlaştıran bir eğilimdir. Bu sebeple, illegal, disiplinli ve ideolojik netliğe sahip bir komünist partinin varlığı, halk savaşının olmazsa olmaz koşuludur.
Parti örgütlenmesinin esası, yalnızca ideolojik bir öncülük değil, aynı zamanda kadro sisteminin yaratılması, silahlı güçlerin eğitimi ve halk kitleleriyle organik bağın kurulması sürecinde de ortaya çıkar. Bu yönüyle parti, halk savaşı stratejisinin sadece bir planlayıcısı değil, aynı zamanda onun doğrudan uygulayıcısı ve örgütleyicisidir. Özellikle savaş dönemlerinde, partinin işlevi salt propaganda ya da siyasi yönelim belirleme ile sınırlı kalmaz; ordu kurar, cephe yaratır ve halk iktidarını inşa eder. Bu ilkede formüle edilen yaklaşım, Kaypakkaya’nın örgüt sorununu askeri-politik bir bütünlük içinde kavradığını gösterir. Kitlelerin bağımsız sınıf çıkarlarını temsil eden, onları örgütleyen ve yönlendiren bir komünist parti; diğer bütün örgütlenmelerin merkezinde yer almalıdır. Halk savaşının zaferle sonuçlanabilmesi için böylesi bir parti örgütlenmesi, hem öncülük hem de yön verici güç olarak mutlak bir zorunluluktur.
- Diğer Örgütlenmeler İçinde Silahlı Mücadele Örgütleri Esastır
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisinde örgütlenmeye dair ortaya koyduğu ilkeler, yalnızca örgütlerin biçimsel varlığına değil, onların devrimci işlevine ve somut mücadele içindeki rollerine dair bir öncelik sıralaması getirir. Bu çerçevede dokuzuncu ilke, halk savaşı stratejisi bakımından silahlı mücadele örgütlerinin diğer tüm örgütsel biçimlerin merkezine yerleştirilmesi gerektiğini vurgular. Kaypakkaya’ya göre, halk savaşı bir silahlı mücadele biçimi olarak ele alındığı sürece, bu savaşı yürütecek ve yönetecek olan temel örgütsel aygıtlar da doğrudan silahlı örgütler olacaktır. Silahlı mücadele örgütleri, bu stratejide yalnızca teknik askeri birlikler değil; aynı zamanda halkla doğrudan temas hâlinde olan, kitlelerin politikleşmesini sağlayan, halk iktidarının nüvelerini yaratan, düşman sınıfların baskı ve tahakkümüne karşı devrimci karşı-şiddeti örgütleyen siyasi organlardır. Bu yönüyle gerilla birliği, yalnızca askeri bir aygıt değil, halkla iç içe geçmiş, politik hedefler doğrultusunda hareket eden ve halkın silahlı öz savunmasını somutlaştıran bir politik güçtür.
Kaypakkaya, halk savaşı anlayışını Mao Zedung’un geliştirdiği çerçeveye dayandırır. Mao’ya göre halk savaşı, geniş halk kitlelerinin desteğine dayanır; ancak bu savaşın yürütülebilmesi için profesyonel ve yarı-profesyonel silahlı örgütlenmeler gereklidir. Kaypakkaya da bu anlayışı Türkiye’nin nesnel koşullarına uyarlayarak, silahlı örgütlenmenin zorunluluğunu teorik ve pratik düzeyde savunmuştur. Onun anlayışında gerilla birlikleri, sadece düşmanı yıpratan savaş birimleri değil, aynı zamanda halkı eğiten, örgütleyen ve devrime kazandıran ideolojik-politik yapılardır.
İbrahim Kaypakkaya’ya göre silahlı örgütlenme yalnızca kırsal alanlarda gerilla ile sınırlı değildir. Şehirler de silahlı mücadelenin hayata geçirildiği alanlardır. Şehir askeri faaliyetleri aynı zamanda düşmanın kendisini çok güçlü bir biçimde örgütlediği ve kendisini güvende hissettiği alanlarda da yıpratılmasının, kurduğu fiziki ve psikolojik hegemonyanın sarsılmasında önemlidir.
Bu bağlamda, diğer örgütlenmelerin –sendikal, kültürel, demokratik ya da legal siyasal alanlar– halk savaşı perspektifinden bağımsız olarak işlev görmesi tehlikelidir. Çünkü halk savaşı, bütün bu alanları da kendi stratejik çizgisine tabi kılar. Kaypakkaya’nın belirttiği gibi, halk savaşının inşasında belirleyici olan gerilla savaşının merkeziliğidir. Bu nedenle, tüm örgütlenmelerin içinde, silahlı mücadele örgütlerinin esas alınması zorunludur. Silahlı mücadele örgütü, diğer tüm örgütlenmeleri yönlendirir, korur ve devrimci çerçevede hizaya sokar.
Bu anlayış, oportünist eğilimlerin –silahlı mücadeleyi “erken”, “marjinal” ya da “yan bir taktik” olarak görenlerin– açık bir reddidir. Kaypakkaya, TİİKP gibi çizgilerin halktan kopuk legalist eğilimlerine, THKO-THKP-C gibi dar askeri vurgularla siyasi öncülüğü ihmal eden anlayışlara karşı hem silahlı mücadelenin merkeziliğini hem de bunun halkla birleşik bir politik yapı hâline gelmesi gerektiğini net biçimde ortaya koymuştur. Gerilla savaşının halk savaşı hâline gelebilmesinin koşulu, onun yalnızca silahla değil, siyasal öncülükle, halk içinde inşa edilmesiyle mümkündür.
Silahlı mücadele örgütlerinin esası, halk savaşı anlayışının askeri-politik karakterinin doğrudan bir sonucudur. Bu örgütlenme biçimi, yalnızca çatışma yürütmekle kalmaz, halkın bilinçlenmesini, devrimci özneleşmesini, iktidar mücadelesine doğrudan katılmasını sağlar. Bu nedenle, Kaypakkaya için devrimci örgütlenmenin taşıyıcı sütunu, silahlı mücadele örgütleri olmak zorundadır. Diğer tüm örgütsel biçimler, bu eksene göre konumlandırılır.
- Kendi Kuvvetlerimize Dayanmak Esas, Müttefiklere Dayanmak Talidir
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı stratejisinde merkezi bir yere sahip olan bu ilke, devrimci mücadelenin örgütsel ve siyasal hattında izlenecek yönelimin temel mantığını sunar. Kaypakkaya, Mao Zedung’un kendi ayakları üzerinde durma, kendi gücüne güvenme ilkelerini Türkiye koşullarına uyarlayarak, halk savaşının yalnızca dışsal veya geçici ittifaklara dayandırılamayacağını, devrimin kendi toplumsal temelleri ve öz gücüyle yükseleceğini savunur. Bu yönüyle ilke, bir yandan taktik esneklik ile stratejik bağımsızlık arasındaki ilişkiyi tanımlar; diğer yandan da oportünist sapmaları mahkûm eden bir ideolojik yönelimi ifade eder.
Bu ilke, Kaypakkaya’nın emperyalizme, sosyal-emperyalizme, revizyonizme ve yerli komprador-bürokrat bloklara karşı yürütülecek mücadelenin karakteriyle doğrudan bağlantılıdır. Türkiye’deki devrim, dışardan ihraç edilecek ya da “büyük güçlerin” desteğiyle gerçekleşecek bir değişim değil, halkın kendi örgütlü mücadelesiyle ve öz gücüyle gerçekleşecek bir devrim olacaktır. Bu anlayış, yalnızca dışsal güçlere değil, içsel ittifakların devrimci iradeyi ikame etmesine karşı da güçlü bir uyarıdır. Devrimci özne, halkın bağrında, halkın öz örgütlenmelerinde, kendi maddi ve ideolojik kapasitesinde inşa edilir. Müttefik güçler, yalnızca bu sürecin tamamlayıcı özneleri olabilir; devrimci sürecin belirleyici gücü değil.
Kaypakkaya’nın bu yaklaşımı, dönemin Türkiye sol hareketinin önemli kesimlerinin düştüğü iki temel yanlışı da mahkûm eder. İlki, devrim stratejisini dış dinamiklere, özellikle sosyal-emperyalist SSCB’ye ya da onun yönlendirdiği revizyonist çizgilere bağlayan eğilimdir. Bu anlayış, anti-emperyalist gibi görünse de fiilen emperyalist güç dengeleri içinde pozisyon alan bir pasifizme savrulmuştur. İkincisi ise, içsel ittifaklar üzerinden devrimci öznenin rolünü ikame etmeye çalışan, proletarya önderliğini fiilen yok sayan sınıf dışı anlayışlardır. Kaypakkaya, bu iki eğilimi de açıkça mahkûm eder ve halk savaşının yalnızca kendi iç dinamiklerine dayanarak yükselebileceğini vurgular.
Bununla birlikte, “müttefiklere dayanmak talidir” ifadesi, Kaypakkaya’nın birleşik cephe ve ittifak politikalarını reddettiği anlamına gelmez. Aksine, halk savaşı sürecinde halk sınıfları arasında devrimci ittifakların önemi vurgulanır; ancak bu ittifakların proletarya önderliğine tabi olması gerektiği temel bir ilkedir. Stratejik özne Komünist Parti’dir; diğer tüm müttefikler bu stratejik yönelime bağlı biçimde işlevselleştirilir. Birleşik cephe, bu bağlamda devrimin itici bir gücü değil, devrimci önderliğin yön verdiği bir araçtır.
Kaypakkaya’nın bu ilkesinde, Mao’nun Çin devriminin başlangıç aşamalarında sürekli yinelediği temel tezler yankılanır: “Devrim kendi öz gücümüze dayanmalıdır. Başarı, başkalarının değil, halkın kendi kahramanlık mücadelesinin sonucudur.” Bu perspektif, halk savaşının yalnızca ideolojik bir yönelim değil, aynı zamanda örgütsel bağımsızlık ve kitle seferberliği temelinde kurulan bir mücadele biçimi olduğunu gösterir. Sonuç olarak, “kendi kuvvetlerimize dayanmak esas, müttefiklere dayanmak talidir” ilkesi, halk savaşının bağımsız, halkçı ve proleter karakterini koruma ilkesidir. Bu anlayış, devrimci mücadelenin yönünü belirlediği gibi, dışsal müdahalelere ve içsel oportünizme karşı güçlü bir ideolojik kalkandır.
11. Ülkemizde Silahlı Mücadele Şartları Vardır
İbrahim Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışında bu ilke, teorik ve pratik bütünlük açısından belirleyici bir yerde durur. Kaypakkaya, Türkiye’nin somut sınıfsal ve siyasal yapısından hareketle, silahlı mücadelenin yalnızca bir tercih değil, zorunluluk olduğunu ortaya koyar. Bu yaklaşım, onun tarihsel materyalist yöntemle yaptığı Türkiye tahliline, yani yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülke olarak Türkiye’nin toplumsal çelişkilerinin niteliğine dayanır. Türkiye’de devlet faşist bir niteliğe sahiptir ve egemenliğini faşist diktatörlük olarak kurumsallaştırmıştır. Dolayısıyla, devrimci savaşın zorunluluğu, salt ideolojik veya stratejik bir tercih olarak değil, nesnel koşulların ürünü olarak ele alınır.
Kaypakkaya’ya göre Türkiye’deki egemen sınıflar olan büyük toprak sahipleri, komprador burjuvazi ve bunların dayandığı emperyalist odaklar, iktidarı yalnızca baskı ve zor yoluyla sürdürebilir durumdadır. Bu sınıflar, geniş halk kitlelerini ekonomik, politik ve kültürel olarak boyunduruk altında tutmakta; tüm toplumsal çelişkileri sistematik şiddet yoluyla bastırmaktadır. Devletin niteliği bu anlamda açıkça sınıfsaldır: proletaryaya ve köylülüğe karşı örgütlenmiş, silahlı bir egemenlik aygıtıdır. Bu durumda, devrimci mücadelenin barışçıl, parlamenterist ya da reformist yollardan yürütülmesi gerçek dışı ve oportünisttir. Egemen sınıfların baskı mekanizmaları koşullarında, halkın kurtuluşu ancak silahlı mücadeleyle mümkündür.
Bu yaklaşım, Kaypakkaya’nın TİİKP gibi yapıları eleştirisinde de açıkça ortaya çıkar. Ona göre, silahlı mücadelenin nesnel koşullarını inkâr eden, ya da onu geleceğe erteleyen anlayışlar, Türkiye devriminin yolunu tıkamakta ve işçi-köylü yığınlarını pasifizme sürüklemektedir. Bu eleştirilerde, sadece devrim stratejisi değil, devrimci öznenin kitlelerle kurduğu bağ, taktik mücadele biçimleri ve politik yönelimler de hedef alınır. Kaypakkaya’ya göre Türkiye’de devrim, yalnızca silahlı mücadeleye dayalı halk savaşı stratejisiyle yürütülebilir; bunun dışındaki tüm yollar, sınıf uzlaşması ya da teslimiyet anlamına gelir.
“Silahlı mücadele şartları vardır” ifadesi aynı zamanda, bu mücadeleyi yürütecek öznel koşulların-yani halk kitlelerinin tepkisi, yoksulluğu, öfkesinin yoğunluğu ve devrimci hareketin öncülük iddiası– bulunduğunu da ima eder. Türkiye’de köylülük hâlâ önemli bir nüfus çoğunluğunu oluşturmakta ve ekonomik-sosyal olarak en ağır koşullarda yaşamaktadır. Tarımsal üretim ilişkileri yarı-feodal karakterini sürdürmekte, topraksız ve az topraklı köylülerin devrimci potansiyeli canlılığını korumaktadır. Kaypakkaya, bu nesnellikten hareketle halk savaşının maddi zeminine işaret eder.
Ayrıca, bu ilke sadece geçmiş dönemin bir tespiti değil, bugüne yönelik devrimci stratejinin de temelini oluşturur. Egemenlerin artan baskısı, faşist yönetim biçimlerinin derinleşmesi, seçim süreçlerinin manipüle edilmesi ve parlamenter olanakların halkın iradesini yansıtmaktan uzaklaşması; bugün de silahlı mücadelenin, dolayısıyla halk savaşının nesnel gerekliliğini teyit eder. Devrimci savaşın maddi dayanakları yalnızca tarihsel değil, güncel olarak da geçerliliğini sürdürmektedir.
Bu ilke, halk savaşının Türkiye gibi bir ülkede teorik doğruluğunun yanı sıra tarihsel zorunluluğunu da ortaya koyar. Silahlı mücadele, yalnızca idealist bir yönelim değil, devrimci pratiğin zorunlu biçimidir. Kaypakkaya’nın halk savaşı anlayışının tüm bileşenleri bu temel ilkeye dayanır: devrimci şiddet, egemen sınıfların şiddetine karşı halkın meşru direniş hakkıdır.